24 Kasım 2011 Perşembe

BLOG YAZARLIĞI !

Her şey, bir arkadasımın,-blog sayfasında yazının yayınlanması için nasıl yazmak gerekir- demesiyle başladı.

Ortaokul 1.sınıftayken, Türkçe öğretmenimin verdiği kompozisyon ödevi geldi hemen aklıma, küçücük ömrüne, vitrinde gördüğü kırmızı rugan ayakkabıların dayanılmaz özlemini sığdırmış, kocaman yürekli sakat ve yoksul bir kız çocuğunun trajik hikayesini yazıp vermiştim...

O yaşta bir kız çocuğu, öğretmenini ağlatacak hikayeyi neden yazardı şimdi anlayabiliyorum...
      Bizim jenerasyon, Kemalettin Tuğcu kitaplarıyla büyümüş, yoksulluk görmüş, tüpgaz kuyruklarında sıra bekleyen insanları izlemiş, margarinin bulunmadığı, kahve yerine nohut kahvesinin içildiği, az sayıdaki zengin kesimin varlığını kimsenin gözüne sokmadığı gülümsemeyi GIRGIR dergisinde öğrenmiş, sokakta kızlı, erkekli futbol, misket oynamış.

    Ama okul kapılarında  bekleyen sağcılar, solcular yüzünden evden endişeyle beklenen ama düzen adına  hiçbir şey  yapılmayan çocuklardık... (hoş şimdi daha modernize halini yaşıyoruz ya, internet filtreleme, içki kısıtlaması tamda bununla fena halde  çelişen oy verme yaşı, sınav sistemleri, şifreleme, her türlü dinleme-gözetleme vs.vs.v.s)

     Büyüdükçe, daha duyarlı, daha ailemize yardımcı, az çok ideolojisi, hayatla davası olan, anne-baba parasını düşünerek harcayan bir gençlik olmuştuk.(şu anda böyle yaşayan gençleri ayrı tutuyorum )

      Konumuza dönelim, ödevden bir süre sonra tenefüste nöbetçi öğrenci gelip sınıfta beni buldu. O yıllarda, şimdikine inat içine kapanık bir çocuktum. (Kendine olan güvenini en geç kazananlardan biri olduğum gerçeğini üniversite yıllarımda anlayacaktım.)Nöbetçi,  Türkçe öğretmeni Nesrin Kır seni öğretmenler odasına çağırıyor dedi. Birden kıpkırmızı oldum tahtada sözlüğe kalkıp ta iki lafı yan yana getirip konuşamayan ben, kalp ritmimin dışarıdan duyulacak şekilde arttığını hissedip iyice utandım. Çok sevdiğim, giyimine, duruşuna, hayat felsefesine, otoritesine hayran olduğum idolum olan öğretmenim, karşımda her zamanki otoriter ifadesiyle duruyordu...Öylece karşısında dikildim. Buyrun beni çağırtmışsınız efendim bile diyemedim. "Sen ( dedi sesinin tonunu ayarlayarak) biliyorum çok da sosyal değilsin, çok konuşmazsın ( bu huyumu bir ömür sürdürebilseydim keşke : ) ama kendini, iç dünyanı  yazarak  güzel ifade ediyorsun, ileride ne olursan ol sakın ama sakın yazmayı bırakma, bu sana hep iyi gelecek emin ol " . Baktım öyle boş ifadelerle güzel öğretmenime. Hiç övgüye, ilgiye alışık olmadığım için ona göre özel olduğum duygusunun keyfini süremedim. Şımaramıyordum bile. Çünkü şımarmayı bilmiyordum ki, sığınmak, sahiplenilmek  üzere mülteci duygular bende yoktu malesef...."Tamam efendim"  dedim yüzüne bakmadan..Sınıfıma geri döndüm. Uzun süre ödevler haricinde yazı yazmadım. Lisedeki ilk platonik aşkıma kadar...


        Sonra anladım ki; iç savaşlarımın devrimci isyanını yazarak bastırabiliyordum. Evde, geçimi sağlamak için gece gündüz çocuk ayakkabıları yapan (yazımın neden ayakkabılarla ilgili olduğunu anladınız sanırım,benim olmayan bir dolu ayakkabı yüzünden ) bir baba, ev işlerini yetiştirmeye ve eldeki parayla evi  döndürmeyi görev bilen bir anne ve ileride hiç beklenmedik bir şekilde kaybedeceğim, kıymetini bilemediğim ve doyamadığım 3 yaş büyük bir abi vardı...Bir çoğu bana benzeyen, çocukluğunu anlayamadan, her dediği ol-a-mayan, sevgiyi bayram günlerinde az bir harçlık ve bir baş okşamayla gören mevcut az harçlığını gidip bayram yerlerinde iki salıncağa anca binebilen,mahalleden her gün
 geçen dondurmacıdan haftada bir külah dondurma alabilen ve bunu bitmesin diye çok yavaş yediği için külahtan ellerine kadar akan dondurmaları yalaya yalaya keyfine varabilen, sokakta düşüp te dizleri kanayan, düştüğü için anne-babadan bir de azar işiten bir dönemim çocuklarıydık biz. . .

     İşte; bu çocuklardan bazılarının, içlerinde  biriken bütün özlemler, hüzünler,küçük sevinçler, umutlar, hayaller, kırıklıklar, değişimler gibi bütün duygular artık kullanmayı öğrendiğimiz alfabeyle birlikte, harcanmakta olan  hayatın eksik kalan yaşanmamışlıklarında kelimelere, cümlelere, paragraflara taşındı düz beyaz kağıtlarda...

      En güzeli, hiç gocunmadan, utanmadan, özür, teşekkür, alkış, eleştiri, azar, övgü, yergi beklemeden sadece ama sadece yüreklerinden  geçenleri en yalın, en özel, en içten şekilde yazabilmekti ...
     Küçücük ve masum bir sorudan sizi buralara getirdiğim için çok özür dilerim..Zaman ayırıp sorunun cevabı için buraya kadar okuduysanız da ayrıca teşekkür ederim. Ama cevabın oluşabilmesi için benim geçirdiğim evreleri bilmenizi istedim . Sorunun cevabı oysa sadece iki cümleydi...
KENDİN OL...
ve HOSGELDİNİZ
Sevgiyle..

2 yorum:

  1. merhabalaar:)
    ne hoş,ne cici bir sayfa bu böylee:)
    bayıldım paylaşımlarınıza...
    zevkle okudum her birini...
    kutlarım sizi...
    seve seve izleyiciniz oldum hemen.
    bende sizi bekliyorum sayfama.
    kucak dolusu sevgilerimle..
    :)

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkürler..Ben de sizin bloğunuza bayıldım ve hemen izlemeye aldım:)
    sevgiler...

    YanıtlaSil